Kasım 06, 2011

Hasan Ali Toptaş'ın "Bin Hüzünlü Haz"ı

Bir bakıma, iyilik dediğimiz şey kötülüğe yaklaşma konusunda şiddetle burun kıvırırken, kötülük daha cesur davranıp (belki de korkup) ona yaklaşmayı göze alabiliyor... (s.14)

Kendimi uğuldayan binlerce kelimeden artakalmış binlerce kelime tadındaki bir boşluk, bu boşluğa sığmayan bir sarhoşluk, bir tutku ve umut halinde palas pandıras dışarıya attım. (s.33)

Alaaddin'in ağzından dökülen kelimelerin anlamlarını takip edersem onu şehrin herhangi bir yerinde, elimle koymuş gibi kolayca bulabileceğimi düşünüyordum. (s.33)

"Yukarı çıkacak değilim. Ben yalnız birisini arıyorum."
Masalı bölünmüş mutsuz bir çocuk gibi, allak bullak bir yüzle bana, sağımızdaki salonlara, dönüp aynalara ve koridorlara uzun uzun baktıktan sonra; "Kimmiş o?" diye sordu.
"Alaaddin,"dedim.
Gözlerini yere indirip yavaşça gülümsedi.
"Yüzlerce Alaaddin var," dedi ardından da, "seninki ne iş yapar, neyin nesi kimin fesidir, boyu posu nasıldır, boynuzu kulağı var mıdır; onu söyle."
"Ne iş yaptığını bilmiyorum," dedim. "Yüzünü de hiç görmedim." (s.44)

Ona göre, ruhumda uğuldayıp duran boşluğu doldurabilmek, giderek dipsiz bir boğuntu kuyusuna dönüşen şu lanet olası hayatın ağırlığına katlanabilmek, ya da içimde açılan çeşitli yaraları onarabilmek için, belki de farkına bile varmadan ben yaratmışım bu serabı... Hatta, işi gücü bırakıp günden güne onu büyütmüş, parıltılarını bakışlarımla beslemiş, her yanını iyice allayıp pullamış, sonra hızımı alamayıp Alaaddin diye adlandırmış ve işte bütün bunların sonunda da, uğruna deli divane olunacak, göz kamaştırıcı bir hale getirmişim. Bu, insanoğlunun baştan beri kurtulamadığı ve sonsuza dek de asla kurtulamayacağı, tuhaf bir yazgıymış zaten; önce ne yapıp edip binbir güçlükle, kıvrana kıvrana yaratır, sonra yaratma sevinci gibi gözüken hazin bir teslimiyetle yarattığının kulu kölesi olur, ardından da ille onu ellerimin arasında tutacağım, ya da içinden bir daha, bir daha doğacağım diye, kendini hırpalaya hırpalaya helak olur gidermiş... (s.46)

Sonunda herkesin yüzünde Alaaddin'in yüzünden bir parça görmeye başladığımı söyleyebilirim. (s.52)

Bazen bir ayrıntıyı hiç görmemenin, ya da göz ucuyla hafif görmenin, ya da açık seçik görüldüğü halde görmezlikten gelmenin, bütünü kavramayı çok daha kolaylaştıracağını düşünüyordum çünkü. (s.76)

Kasım 02, 2011

Gabriel Garcia Marquez'in "On İki Gezici Öykü"sü

"Kendimi rüya görmek için kiralıyorum."
Aslında tek işi buydu. Eski Caldas ilinde hali vakti yerinde bir bakkalın on bir çocuğunun üçüncüsüydü ve daha konuşmaya başladığı günlerden başlayarak, rüyalarını, habercilik erdemlerinin en saf haliyle ortaya çıktığı saat olan, kahvaltı öncesinde anlatmak gibi iyi bir alışkanlık edinmişti evin içinde. (s.73)

Onu saatler boyu karış karış seyrettim ve algılayabildiğim tek hayat belirtisi, suyun üzerindeki bulutlar gibi alnından geçmekte olan rüyaların gölgeleri oldu. (s.67)

Güzeldi, vücudu esnek, yumuşak teni ekmek renginde, yeşil gözleri badem gibiydi, sırtına kadar upuzun inen dümdüz siyah saçları, Endonezya'dan olabileceği gibi And dağlarından da olabilecek antik bir havası vardı. İnce bir zevkle giyinmişti: vaşak kürkünden bir ceket, çok hafif çiçek desenli saf ipekten bir bluz, ham ketenden bir pantolon ve begonvil renginde ince uzun ayakkabılar. "Ömrümde gördüğüm en güzel kadın," diye düşünmüştüm, Paris'in Charles de Gaulle Havaalanı'nda New York uçağına binmek üzere kuyrukta beklerken, bir dişi aslanın gizemli adımlarıyla giriş salonundaki kalabalığın arasından gözden kaybolmuştu. (s.63)