Okurlar bütünüyle kötü ve bütünüyle iyi birinden sıkılırlar hep. (s.93)
Mutluluk, insanın bilinçle istediği hayatı yaşaması. (s.130)
Hafızamızın, biz yaşlandıkça fazla yük taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği yükler midir, en ağırları mı, yoksa en kolay düşenler mi? (s.135)Mutsuzluktan tıkanacak gibi oldum. (s.135)
Onların tatsız ve yavan masallarının değil de, kendi hayallerimin bahçesinde gezinmekten öyle memnundum ki. (s.179)
Kendim olamazsam onların olmamı istedikleri biri oluyorum ve onların olmamı istedikleri o insana hiç katlanamıyorum ve onların olmamı istedikleri o dayanılmaz kişi olacağıma hiçbir şey olmayayım daha iyi diye düşünüyordum. (s.180)
Bir başkasının belleğini ağır ağır edinmekten başka neydi ki okumak? (s.312)
Uykunun en güzel yanının insanın olduğu kişiyle bir gün yerine geçeceğine inanmak istediği kişi arasındaki gözyaşartıcı uzaklığın unutulması olduğu kadar, duyduklarıyla hiç duymadıklarını, gördükleriyle hiç görmediklerini ve bildikleriyle hiç bilmediklerini huzurla birbirine kavuşturmabilmesi olduğunu bir kere daha anladı. (s.352)
Bütün anılardan, eşyalardan ve kitaplardan daha çekilmez olanı insanlardır. (s.411)
Sinemadan çıkan kalabalığın yüzünde bir hikayeye gırtlaklarına kadar gömülebildikleri için kendi mutsuzluklarını unutan insanların huzuru vardı. (s.220)
Dünya dediğimiz rüyalar alemi, bir uykudagezerin şaşkınlığı içinde kapısından giriverdiğimiz bir evse eğer, edebiyatlar da, alışmak istediğiniz bu evin odalarına asılmış duvar saatlerine benzerler. (s.152)
Sanki ben ben değildim. Sanki olmam gereken kişi peşimdeydi. (s.138)
Temmuz 19, 2012
Temmuz 16, 2012
Ernest Hemingway'in "Yaşlı Adam ve Deniz"i...
Küçük teknesiyle körfez akıntısında yalnız başına avlanan yaşlı bir balıkçı idi.
Seksen dört gündür tek bir balık tutamamıştı. İlk kırk gün yanında bir çocuk vardı. Onca zaman hiç avlanamayınca çocuğun ana-babası, yaşlı adamın kesinlikle uğursuzun biri olduğunu, artık onunla balığa çıkmamasını söylediler çocuk da onların buyruğuna uyarak, ilk hafta üç büyük balık yakalayan başka bir tekneye katıldı. Yaşlı adamın her gün boş tekne ile geri gelişine üzülen çocuk her zaman kıyıya iniyor, zıpkını, dürülmüş ipleri ya da direğe sarılı yelkeni taşımasına yardım ediyordu. Un çuvalı parçalarıyla yamanmış yelken, direğin üzerinde sürekli bir yenilginin bayrağı gibiydi.
Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar...
Seksen dört gündür tek bir balık tutamamıştı. İlk kırk gün yanında bir çocuk vardı. Onca zaman hiç avlanamayınca çocuğun ana-babası, yaşlı adamın kesinlikle uğursuzun biri olduğunu, artık onunla balığa çıkmamasını söylediler çocuk da onların buyruğuna uyarak, ilk hafta üç büyük balık yakalayan başka bir tekneye katıldı. Yaşlı adamın her gün boş tekne ile geri gelişine üzülen çocuk her zaman kıyıya iniyor, zıpkını, dürülmüş ipleri ya da direğe sarılı yelkeni taşımasına yardım ediyordu. Un çuvalı parçalarıyla yamanmış yelken, direğin üzerinde sürekli bir yenilginin bayrağı gibiydi.
Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar...
Temmuz 13, 2012
Hasan Ali Toptaş'ın "Gölgesizler"i...
Kendini kendi varlığında bir kez daha yok edenlere ne yapılabilir ki?
Her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk bulunduğuna inanmıştı.
Her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk bulunduğuna inanmıştı.
Ivan Gonçarov'un "Oblomov"u...
Biliyor musun Andrey, benim asıl sorunum içimde ne yakıcı ne de kurtarıcı hiçbir ateşin yanmaması. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; bir sabah ki yakıcı öğlesi geçtikten sonra yavaş yavaş solsun ve kendiliğinden akşama karışsın. Hayır, benim hayatım sönük başladı. Tuhaf, fakat böyle. Kendimi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim.
Birbirimizi o kadar çabuk, o kadar umulmadık bir şekilde sevdik ki ansızın hastalanmış gibi olduk. Bu yüzden kendime daha erken gelemedim.
Birbirimizi o kadar çabuk, o kadar umulmadık bir şekilde sevdik ki ansızın hastalanmış gibi olduk. Bu yüzden kendime daha erken gelemedim.
Temmuz 11, 2012
Balzac'ın "Vadideki Zambak"ı...
Baştan başa aşk içinde geçen bu hayat, doğa yasaları bakımından uğursuz bir ayrıcalıktır. Her çiçek solar, bütün mutlulukların ertesi günü kötüdür, ertesi günü varsa. Gerçek hayat bir sıkıntıdır.
Oğuz Atay'ın "Günlük"ü...
İlişkilerinden anlaşılıyor ki hiçbir tutkusu yok, tutkuyu romanları, hikayeleri için araç olarak kullanıyor, yerleri de: Eski eserleri, kalıntıları inceliyor aynı amaçla. Dönüp dönüp bakıyor aynı yerlere: maddi hata yapmamış olmak için. Hesaplı bir yazar, işine yaramayanlarla da ilgilenmiyor ve işi bitince de ilişkiyi kesiyor.
Sabahattin Ali'nin "İçimizdeki Şeytan"ı...
''Bazan bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazan da hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret falan değil..insanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile. Sadece bir yalnızlık ihtiyacı.
Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum.
Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum. Kafamda hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor...
Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimde geçen şeyleri teker teker uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne kadar hazin bir hal aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum.
Odamdaki duvarlar birdenbire büyüyüveriyor.
Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda, insanı içinde boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor...
Zannediyorum ki, tasavvuru bile baş döndüren bir süratle hiç durmadan koşup giden bu hayat ve bir avuç toprağın bile doğru dürüst esrarına varamadığımız bu karmaşık dünya beni bir buğday tanesi, bir karıca gibi ezip geçiverecek. Böyle acz içindeyken odamda her şey bana küçüklüğümü ve zavallılığımı haykırıyor. Sokağa fırlıyorum. Bir tek çehre görsem de yanında yürüsem, hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum. Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum. Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor. Bilmem beni anlıyor musunuz?...''
Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum.
Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum. Kafamda hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor...
Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimde geçen şeyleri teker teker uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne kadar hazin bir hal aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum.
Odamdaki duvarlar birdenbire büyüyüveriyor.
Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda, insanı içinde boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor...
Zannediyorum ki, tasavvuru bile baş döndüren bir süratle hiç durmadan koşup giden bu hayat ve bir avuç toprağın bile doğru dürüst esrarına varamadığımız bu karmaşık dünya beni bir buğday tanesi, bir karıca gibi ezip geçiverecek. Böyle acz içindeyken odamda her şey bana küçüklüğümü ve zavallılığımı haykırıyor. Sokağa fırlıyorum. Bir tek çehre görsem de yanında yürüsem, hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum. Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum. Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor. Bilmem beni anlıyor musunuz?...''
Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"ı...
- Gözden ırak olan gönülden de ırak olur mu efendimiz?
- Hayır Olric. Yüreğinde bir yer açıp oraya oturttuğun her kimse, seninle birlikte gider her yere.
Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım...
Ne demek yazmak? Yazmak, kendi düşünceleriyle ilgili bir belge ortaya koymak. Ne kadar ürkünç bir iş. Kafamın içinde belirsiz yaratıklar olarak yüzen ve sadece var olmalarıyla yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek. Rüyaların resmini çizmek kadar güç. (s510)
Sevmek zor geliyor. Alışmamışım yoruluyorum. Her an sevdiğimi düşünemiyorum. Bazen atlıyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım.
- Hayır Olric. Yüreğinde bir yer açıp oraya oturttuğun her kimse, seninle birlikte gider her yere.
Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım...
Ne demek yazmak? Yazmak, kendi düşünceleriyle ilgili bir belge ortaya koymak. Ne kadar ürkünç bir iş. Kafamın içinde belirsiz yaratıklar olarak yüzen ve sadece var olmalarıyla yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek. Rüyaların resmini çizmek kadar güç. (s510)
Sevmek zor geliyor. Alışmamışım yoruluyorum. Her an sevdiğimi düşünemiyorum. Bazen atlıyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)