İşin gülünç yanı; bir andan böyle palavra sıkarken, bir yandan da başka bir şey düşünüyordum. Ben New York'luyumdur. Central Park'taki gölü düşünüyordum, şu Güney Central Park'taki yapay gölü. Göl donup buz tuttuğunda, ördeklerin nereye gittiğini merak ediyordum. Acaba, biri kamyonla gelip onları hayvanat bahçesi gibi bir yerlere filan mı götürüyordu, yoksa kendileri mi uçup gidiyorlardı?
Ne şanslı bir adamdım. Yani, aynı anda hem bizim Spencer'a palavra sıkıyor, hem de parktaki ördekleri düşünebiliyordum. (s.17)
Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. (s. 23)
Kasım 17, 2015
Ağustos 10, 2015
Virginia Woolf'un "Mrs. Dalloway"ı...
Sanki biri beynindeki perdeleri açmış, kepenkleri kaldırmış, kılını bile kıpırdatmadan keyfince dolaşabileceği sokaklar sermişti önüne.
İnsan hayatının yarısı uydurmakla geçer. İşin tuhafı, bunu kimseyle paylaşamaz.
Temmuz 30, 2015
Stefan Zweig'in "Amok Koşucusu"...
Hem uyumak, düş görmek istiyordum, hem de bu büyüden çıkmamak, tabutuma gitmemek. (s. 75)
Temmuz 28, 2015
Stefan Zweig'ın "Satranç"ı...
Sabit fikirli,
kafasını tek bir düşünceye takmış her türlü insan, yaşamım boyunca beni çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur;
işte böyle dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi,
dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar. (s.20)
kafasını tek bir düşünceye takmış her türlü insan, yaşamım boyunca beni çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur;
işte böyle dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi,
dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar. (s.20)
Temmuz 22, 2015
Oscar Wilde'ın "Vefalı Dost"u...
Küçük Hans’ın
birçok dostu varmış, ama en vefalı dostu, koca Değirmenci Hugh imiş.
Zengin
Değirmenci, Hans’a o kadar bağlıymış ki, ne zaman bahçesinin yakınından geçse,
duvarın üstünden uzanıp iri bir buket çiçek veya salatalık bir demet ot toplar,
meyve mevsiminde ceplerini erikle, kirazla doldururmuş muhakkak.
Gerçi komşuları,
değirmeninde istif edilmiş yüz çuval unu, altı ineği, bol yünlü koca bir koyun
sürüsü bulunan Değirmenci’nin, küçük Hans’a, bahçesinden topladıklarına
karşılık hiçbir şey vermemesini garip karşılarmış; ama Hans bu meselelere asla
kafa yormazmış.
Değirmenci’nin, gerçek dostlarının cömertliği konusunda
söylediği harika sözleri dinlemek, onun için hayattaki en büyük zevkmiş.
Küçük Hans ilkbahar,
yaz ve sonbahar mevsimlerinde çok mutluymuş, ama kış gelip de pazara götürecek
meyvesi veya çiçeği olmadığında, soğukla, açlıkla mücadele eder, çoğu gece,
akşam yemeği olarak birkaç kuru armut veya sert ceviz yermiş sadece.
Ayrıca
kışın çok da yalnızlık çekermiş, çünkü Değirmenci kış mevsiminde ona hiç
uğramazmış.
Değirmenci’nin
küçük oğlu, ‘Peki ama, küçük Hans’ı buraya çağıramaz mıyız?” demiş.
‘Zavallı
Hans’in başı dertteyse ben ona çorbamın yarısını verir, beyaz tavşanlarımı
gösteririm.’
‘Sen ne salak
çocuksun!’ diye haykırmış Değirmenci.
‘Seni okula gönderiyoruz da ne oluyor,
bilmem. Hiçbir şey öğrenemiyorsun.
Oğlum, küçük Hans buraya gelse, sıcacık
şöminemizi, güzel soframızı görse kıskanabilir; kıskançlık feci bir şeydir, herkesin
kişiliğini bozar.
Hans’in kişiliğinin bozulmasına izin verecek değilim.
Ben
onun en iyi dostuyum, onu daima kollamaya, baştan çıkarılmasını engellemeye
niyetliyim.
Hem Hans buraya gelirse, benden veresiye un isteyebilir, ben de
böyle şeyler yapamam.
Un başka, dostluk başka; ikisini karıştırmamak lazım.
Zaten iki ayrı kelime, anlamları da çok farklı. Bunu kim olsa anlar.’ (s.31-32)
Temmuz 21, 2015
Oscar Wilde'ın "Mutlu Prens"i...
Gündüzleri arkadaşlarımla bahçede oyun oynardım, akşamsa Büyük Salon’da
dansın başını çekerdim. Bahçenin etrafında çok gösterişli bir duvar vardı,
fakat hiçbir zaman o duvarın gerisinde ne olduğunu merak etmedim, çevremdeki
herşey o kadar güzeldi ki.
Saray’dakiler Mutlu Prens derlerdi bana, gerçekten
de mutluydum, eğer zevk içinde yaşamak mutluluksa. Öyle yaşadım ve öyle öldüm.
Sonra da, ben öldükten sonra heykelimi buraya, böyle yükseğe diktiler; şehrimin
bütün çirkinliğini, şehrimdeki bütün yoksulluğu görebileyim diye ve kalbim
kurşundan da olsa ağlamamak elimden gelmiyor.” (s.5-6)
Gabriel Garcia Marquez'in "Kırmızı Pazartesi"si...
Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30'da kalkmıştı. (s.9)
Haziran 16, 2015
Stefan Zweig'ın "Bir Kadının Yaşamından 24 Saat"i...
İnsanların çoğunun muhakeme gücü körleşmiştir. Kendilerine
doğrudan dokunmayan, sivri ucu ısrarla sert bir şekilde duyularına kadar nüfuz
etmeyen şey onları neredeyse hiç harekete geçirmez; ancak gözlerinin önünde
cereyan eden, duygularına dokunacak en ufak şey bile içlerinde ölçüsüz bir
tutkuyu ateşler. İşte o zaman duyarsızlıklarının yerini gereksiz ve aşırı öfke
alır. (s:15)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)