Eylül 25, 2011

Knut Hamsun'un "Açlık"ı

Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiania'da açına sürttüğüm günlerdeydi... (s.1)

Attığım her adımda taban tahtaları esneyen bu boş oda, ıslak ve korkulu bir tabuttu sanki. (s.1)

Ardıma bakmaya cesaret edemiyor, onun tekrar pencereye gelip gelmediğini bilmiyor, bunu düşündükçe de sinirleniyor, tedirgin oluyordum. O, ihtimal şu anda pencerenin önünde, bir bir hareketlerimi izliyor, böyle arkadan gözetlendiğini bilmekse insanı çileden çıkarıyordu. (s.20)

Tamamıyla kendiliğinden tekrar kaleme kâğıda sarılmıştım; bir makine gibi, kâğıdın her tarafına herhangi bir yılı yazıyordum: 1848. Çağıltılı bir düşünce beni kavrayıverseydi de yazılması gerekeni yazdırsaydı bana! Eskiden olurdu bu; cidden böyle anlarım olmuştu; hiç zahmetsiz uzun yazılar yazar, parlak bir başarı elde ederdim. Kanepede oturuyor, düzinelerde 1848 yazıyordum. Yanlamasına, uzunlamasına, her biçimde, boyuna bu rakamı yazıyor, faydalanabileceğim bir ilham bekliyordum. (s.29)

Eylül 21, 2011

Halide Edip Adıvar'ın "Kalp Ağrısı"

O gün çok kuvvetle hissettim ki erkekler, kayıtsız oldukları zaman, umumiyetle tabiî bir surette hiçbir kuvvet sarf etmeden kayıtsızdırlar. Halbuki kadınlar, benim gibi yirmi beşine gelmiş, daha çok kafasıyla yaşamış müstakil ruhlu bir kız bile, gerçekten kayıtsız olmak için hayli derûnî bir emek sarf etmek mecburiyetindedir. (s.25)

Hayatın nâzımı, fiillerin hâkimi, kim ne derse desin, yüzde doksan histi. (s.53)

Kalbin tırnağı olsa acıdan kendi kendine sökülecek kadar ıstırap veren bu derdin ne manâsı ve ne hazzı vardır! (s.56)

İçimde bir şeyin yırtamayacağı ağır, kesif, elle tutulacak kadar katı bir sıkıntı vardı. Gözlerim kupkuru, dudaklarım gergindi. (s.59)

Ayastefanos'un ne garip ve çıplak bir ışığı var! İstanbul'dan sonra buraya gelince insana üstünden tentesi kalkmış bir çardakta oturuyorum hissi geliyor. (s.61)

Tıpkı akşamki gibi iki kudretli tel çeşitli istikametlere kalbimi çekiyor, ikiye bölüyordu. Artık açıkça biliyorum ki, hayatta Saffet veyahut Hasan Bey'i seçmekle mesut olmak imkânı yoktu, daima mevcut olmayan taraf için hasret çekecektim. (s.94)

Aşktan ölenler ne cennete ne cehenneme gidebilirler. Onlar için ebediyet olmaz, onlar cennet ve cehennemi yaşamışlar ve ruhları heyecanlarına, coşkunluklarına sarf edilmiş, bitmiş, yok olmuştur. -Sully Praudhomme- (s.145)

Avrupa'nın güya asrî kadını! Birinci mevki yerlerden, eğlencelerden oldukça kaçar, daima ikinci mevkilerde oturur, tiyatrolarda locaya gitmez, yüzünü boyamaz, babasının dünya kadar servetine rağmen, kendi hayatını kendi kazanır bir mahlûk. Güya asrî kadınlar hep böyle imişler. Halbuki bizde asrî kadın böyle değil, en çok süslenen, daima eğlence yerinden çıkmayan, çay ziyafetleri, kabul günleri, dans akşamları için, bir de buralarda arkadaşlarından iyi giyinmek emeliyle yaşayan kadına bu ismi verirler, değil mi? (s.158)

Bilmem hangi mütefekkir dört parça elmayı birbiri ardına yiyen bir insanın birincisi kadar ikincisinden lezzet alamayacağını, üçüncü ve dördüncüsünü sıra ile, daima [daha] az tatlı olduğunu iddia etmiş, bunu da aşkın nasıl geçici bir şey olduğunu, itiyadın ihtirası nasıl azalttığını ispat için bana söyledi. Halbuki öyle itiyatlar, aşklar oluyor ki, bir defa temas ettiniz mi bütün ömrünüzde o temasın, o itiyadın esirisiniz. (s.167)

İnsanların kalbinde ev sahibi olmak mümkün değildir. (s.179)

Masanın başına oturunca beni yazı yazacak kadar hayatla alâkadar edebilecek bir şeyin varlığına şaşıyorum. (s.207)

Eylül 17, 2011

Knut Hamsun'un "Rosa"sı

Hayata bir kadınmış gibi davranmak lazım. Hayata karşı kibar olmak, onun kendiliğinden gelmesini beklemek gerekmez mi? Alçakgönüllü olmalı, hiçbir hazineye dokunmamalıyız! (s:15)

Derin ve çil çil uzanıyor koy; üstünde en ufak bir kıpırtı yok. Fakat çektiriden, fazla tuzlanmış iki balık atıldı mı, mavnalar biraz daha denize giriyor, bu yüzden suda zarif halkalar genişliyordu. Bu ince çizgilerin resmini yapabilseydim; sonra uçan denizkuşlarının suya düşürdükleri gölgelerin resimlerini yapabilseydim! Bir soluk bırakışın yarattığı gölgeler gibiydi bunlar; kadifeye hohlamak gibi. Koyun ta içerlerinde bir karabatak yükseliyor, suya değercesine bütün adaları geçip açık denize çıkıyor. Sanki titrek bir R bırakıyor geride. Uzun, katı boynu çelikten adeta, mermiye benziyor. Kuşun kaybolduğu yerde, işte bir yunus balığı yuvarlanıyor suyun üstünde; kalın kadifede takla atar gibi. Güzel bütün bunlar. (s:18)

Minik göl öyle sığ ki, ona karşı dost ve alçakgönüllü olabilmek için, yere çöküyor, oturuyorum. (s:56)

Su birikintisinin üzerinde ince bir zar gibi; sivrisinekler suya değiyor, fakat ıslanmıyorlar. (s:56)

Gözlerini açarak bana baktıkça, bakışları büyük ve ağır; kocaman bir dalga gibi duymaktayım bu bakışları. (s:67)

Durumumdan, işimden ötürü beni küçümsüyor, ne diye buralara geldiğimi soruyordu. "Kaderimle karşılaşmak için!" cevabını vermiştim. (s:118)

Eylül 11, 2011

Antoine de Saint Exupery'nin "Küçük Prens"i

Tilki uzun bir süre Küçük Prens'e baktı. Sonra da "Lütfen... Evcilleştir beni!" dedi.
"Çok isterim," dedi Küçük Prens, "ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var."
"İnsan ancak evcilleştirirse anlar," dedi tilki. "İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkanlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkan olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir."
"Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?" diye soru Küçük Prens.
"Çok sabırlı olmalısın," dedi tilki. "Önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlaşılmaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın..."
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
"Aynı saatte gelmen daha iyi olur," dedi tilki. "Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı..." (s.69)


"..güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum ...odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur.
Çünkü benim gülümdür o..
"-Sizin orada insanlar, dedi Küçük Prens ,
bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar; ama yine de aradıklarını bulamıyorlar.-Doğru, bulamıyorlar, dedim.
-Aslında aradıkları tek bir gül de ya da bir damla suda bulunabilir.
-Evet, haklısın,dedim.
-Ama kördür gözler.
İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir..."




Eğer size B 612 ile ilgili ayrıntıları anlatıp numarasını da bildirmişsem, bunu büyük insanların yüzünden yaptım. Bu insanlar rakamlardan hoşlanırlar. Onlara yeni bir dosttan söz ederseniz, asıl önemli olan şeyleri sormazlar size; hiçbir zaman "Sesinin tonu nasıl? En çok sevdiği oyunlar hangileri? Kelebek koleksiyonu yapar mı?" diye sordukları olmaz, "Kaç yaşında? Kaç erkek kardeşi var? Kilosu ne kadar? Babası ne kadar kazanıyor?" diye sorar ve yalnızca o zaman onu tanıdıklarına inanırlar.

Marguerita Yourcenar'ın "Doğu Öyküleri"

Dünya, çılgın bir ressamın boşluğa fırlattığı birtakım karmaşık lekeler yığınından, durmadan bizim gözyaşlarımızla silinen lekeler yığınından başka bir şey değil... (s.17) (Wang-Fo Nasıl Kurtarıldı'dan)

Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna"sı

Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi bir ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz. (s.15)

Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir. (s.73)

Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. (s.89)