Aralık 27, 2016

İskender Pala'nın "Od"u...

Kimisi bilmem der, bilir; kimisi bilir bilmezlenir. Kimisi bilmediğini bilmez, bilirim der; kimisi bildiğini bilmiyor zanneder.

Her şeyi bildiğimi zannettiğim zamanlar da artık geride kaldı.

Acıları tatlandırır sevgi, bakırı altına keser.

Hayatım boyunca hep çok şeye sahip olmayı değil, az şeye ihtiyaç duymayı istemişimdir.

Kabristan; bir ibretlik yer idi; ne kapı vardı giresi, ne yemek vardı yiyesi, ne ışık vardır göresi!..

Samed Behrengi'nin "Küçük Kara Balık"ı...

Küçük Kara Balık 'Hayır anne!' demiş, 'Ben artık bu gezintilerden bıktım usandım. Başka yerlerde neler olduğunu görmek için yola koyulup gitmek istiyorum. Sen belki de bu sözleri başkaları küçük balığa öğretti diye düşünüyorsun. Ama bilmelisin ki, ben uzun zamandır bunu düşünüyorum. Tabii diğerlerinden de çok şey öğrendim. Örneğin şunu öğrendim ki, balıkların çoğu yaşlanınca ömürlerini boşuna geçirdiklerini söyleyip yakınırlar. Sürekli sızlanıp beddua ederler, herkesten şikâyet ederler. Ben bilmek istiyorum, hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp gitmek mi yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?'

Aralık 19, 2016

Mustafa Kutlu'nun "Uzun Hikaye"si...

Dünyada ne insanlar var, yüzü insan, içi odun. Neyse.

Aralık 02, 2016

Kafka'nın "Dava"sı...

“Yasa önünde nöbet tutan bir bekçi vardır. Taşralı bir adam bir gün ona gelip yasaya girme izni ister. Ancak bekçi, o anda izin veremeyeceğini söyler. Adam düşünür ve daha sonra girip giremeyeceğini sorar. Belki der bekçi, ama şimdi olmaz. Bekçi her zamanki gibi açık duran kapının önünden çekilir ve adam içeri bakmak için eğilir. Bunu gören bekçi güler ve şöyle der: ‘Madem ki girmeyi bu kadar çok istiyorsun, beni aşarak içeri girmeyi bir dene bakalım. Ama bil ki ben güçlüyüm. Üstelik bekçilerin en küçüğüyüm. Her bir salonun girişinde gitgide daha güçlü bekçilere rastlayacaksın. Üçüncüsünden itibaren onların görüntüsüne ben bile katlanamıyorum.’ Taşralı adam bunca zorluk çıkacağını beklememiştir. Yasanın herkese her zaman açık olduğunu sanmıştır.

Kasım 17, 2015

J.D. Sallinger'in "Çavdar Tarlasında Çocuklar"ı...

İşin gülünç yanı; bir andan böyle palavra sıkarken, bir yandan da başka bir şey düşünüyordum. Ben New York'luyumdur. Central Park'taki gölü düşünüyordum, şu Güney Central Park'taki yapay gölü. Göl donup buz tuttuğunda, ördeklerin nereye gittiğini merak ediyordum. Acaba, biri kamyonla gelip onları hayvanat bahçesi gibi bir yerlere filan mı götürüyordu, yoksa kendileri mi uçup gidiyorlardı?

Ne şanslı bir adamdım. Yani, aynı anda hem bizim Spencer'a palavra sıkıyor, hem de parktaki ördekleri düşünebiliyordum. (s.17)


Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. (s. 23)

Ağustos 10, 2015

Virginia Woolf'un "Mrs. Dalloway"ı...


Sanki biri beynindeki perdeleri açmış, kepenkleri kaldırmış, kılını bile kıpırdatmadan keyfince dolaşabileceği sokaklar sermişti önüne.


İnsan hayatının yarısı uydurmakla geçer. İşin tuhafı, bunu kimseyle paylaşamaz.

Temmuz 30, 2015

Stefan Zweig'in "Amok Koşucusu"...

Hem uyumak, düş görmek istiyordum, hem de bu büyüden çıkmamak, tabutuma gitmemek. (s. 75)

Temmuz 28, 2015

Stefan Zweig'ın "Satranç"ı...

Sabit fikirli, 
kafasını tek bir düşünceye takmış her türlü insan, yaşamım boyunca beni çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur; 
işte böyle dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, 
dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar. (s.20)

Temmuz 22, 2015

Oscar Wilde'ın "Vefalı Dost"u...

Küçük Hans’ın birçok dostu varmış, ama en vefalı dostu, koca Değirmenci Hugh imiş
Zengin Değirmenci, Hans’a o kadar bağlıymış ki, ne zaman bahçesinin yakınından geçse, duvarın üstünden uzanıp iri bir buket çiçek veya salatalık bir demet ot toplar, meyve mevsiminde ceplerini erikle, kirazla doldururmuş muhakkak.

Gerçi komşuları, değirmeninde istif edilmiş yüz çuval unu, altı ineği, bol yünlü koca bir koyun sürüsü bulunan Değirmenci’nin, küçük Hans’a, bahçesinden topladıklarına karşılık hiçbir şey vermemesini garip karşılarmış; ama Hans bu meselelere asla kafa yormazmış. 
Değirmenci’nin, gerçek dostlarının cömertliği konusunda söylediği harika sözleri dinlemek, onun için hayattaki en büyük zevkmiş.

Küçük Hans ilkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerinde çok mutluymuş, ama kış gelip de pazara götürecek meyvesi veya çiçeği olmadığında, soğukla, açlıkla mücadele eder, çoğu gece, akşam yemeği olarak birkaç kuru armut veya sert ceviz yermiş sadece. 
Ayrıca kışın çok da yalnızlık çekermiş, çünkü Değirmenci kış mevsiminde ona hiç uğramazmış.

Değirmenci’nin küçük oğlu, ‘Peki ama, küçük Hans’ı buraya çağıramaz mıyız?” demiş. 
‘Zavallı Hans’in başı dertteyse ben ona çorbamın yarısını verir, beyaz tavşanlarımı gösteririm.’

‘Sen ne salak çocuksun!’ diye haykırmış Değirmenci. 
‘Seni okula gönderiyoruz da ne oluyor, bilmem. Hiçbir şey öğrenemiyorsun. 
Oğlum, küçük Hans buraya gelse, sıcacık şöminemizi, güzel soframızı görse kıskanabilir; kıskançlık feci bir şeydir, herkesin kişiliğini bozar. 
Hans’in kişiliğinin bozulmasına izin verecek değilim. 
Ben onun en iyi dostuyum, onu daima kollamaya, baştan çıkarılmasını engellemeye niyetliyim. 
Hem Hans buraya gelirse, benden veresiye un isteyebilir, ben de böyle şeyler yapamam. 
Un başka, dostluk başka; ikisini karıştırmamak lazım. Zaten iki ayrı kelime, anlamları da çok farklı. Bunu kim olsa anlar.’ (s.31-32)

Temmuz 21, 2015

Oscar Wilde'ın "Mutlu Prens"i...


“Ben canlıyken ve yüreğim insan yüreğiyken,” diye cevap verdi heykel, “gözyaşlarının ne işe yaradığını bilmezdim, çünkü üzüntünün girmesine izin verilmeyen Kaygısızlık Sarayı’nda yaşardım. 

Gündüzleri arkadaşlarımla bahçede oyun oynardım, akşamsa Büyük Salon’da dansın başını çekerdim. Bahçenin etrafında çok gösterişli bir duvar vardı, fakat hiçbir zaman o duvarın gerisinde ne olduğunu merak etmedim, çevremdeki herşey o kadar güzeldi ki. 

Saray’dakiler Mutlu Prens derlerdi bana, gerçekten de mutluydum, eğer zevk içinde yaşamak mutluluksa. Öyle yaşadım ve öyle öldüm. Sonra da, ben öldükten sonra heykelimi buraya, böyle yükseğe diktiler; şehrimin bütün çirkinliğini, şehrimdeki bütün yoksulluğu görebileyim diye ve kalbim kurşundan da olsa ağlamamak elimden gelmiyor.” (s.5-6)

Gabriel Garcia Marquez'in "Kırmızı Pazartesi"si...

Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30'da kalkmıştı. (s.9)

Haziran 16, 2015

Stefan Zweig'ın "Bir Kadının Yaşamından 24 Saat"i...

İnsanların çoğunun muhakeme gücü körleşmiştir. Kendilerine doğrudan dokunmayan, sivri ucu ısrarla sert bir şekilde duyularına kadar nüfuz etmeyen şey onları neredeyse hiç harekete geçirmez; ancak gözlerinin önünde cereyan eden, duygularına dokunacak en ufak şey bile içlerinde ölçüsüz bir tutkuyu ateşler. İşte o zaman duyarsızlıklarının yerini gereksiz ve aşırı öfke alır. (s:15)

Kasım 04, 2014

Stendhal'in "Kırmızı ve Siyah"ı...

Yanakları kıpkırmızı, bakışları yerdeydi. Çelimsiz görünüyordu, yüz çizgileri inceydi ama düzgün değildi; kartal burunluydu Julien, on sekiz, on dokuz yaşlarında, ufak tefek bir delikanlıydı. Sakinken düşünceli ve ateşli olan iri, kara gözleri, o anda pek korkunç bir kini açığa vuruyordu. Pek aşağıdan başlayan ve alnını iyice darlaştıran koyu kumral saçları, öfkelendiği zaman yüzüne acımasız bir anlam veriyordu. İnsan yüzünün sayısız türleri içinde, öfkesini onunkinden daha farklı biçimde yansıtanı belki bulunmaz. Güçlü olmaktan çok çevik olduğu apaçık belli olanm bedeni, ince ve ölçülüydü. Henüz küçük bir çocukken, babası onun yaşayamayacağını, yaşasa bile ailesine yük olacağını düşünürdü. Evde herkes onu aşağılardı, o da babasından ve kardeşlerinden nefret ederdi. Kasaba alanındaki pazar oyunlarında her zaman yenilirdi. (s.18)

Çocuklar ona bayılıyor, Julien'se onları hiç sevmiyordu, aklı başka yerdeydi.Yumurcakların yaptıkları şeyler sabrını hiç taşırmıyordu. Soğuk, adil ve duygusuzdu, yine de seviliyordu, çünkü gelişiyle evdeki sıkıntı yok olmuştu, iyi bir öğretmendi. (s.34)

Paris'te sevgi, romanlara özgüdür. Genç öğretmenle sıkılgan hanımı, üç-dört romanda, belki de Gymnase'de söylenen dizelerde, durumlarının açıklığa kavuştuğunu görürlerdi. 
Bizim kara bulutlarımız altındaysa, yüreğinin inceliği yüzünden paranın verdiği zevklerden bazılarını bir gereksinim olarak gören ve yalnız bu yüzden hırslı olan yoksul bir delikanlı; çocuklarıyla ilgilenen, gerçekten akıllı uslu, romanlardaki davranış biçimlerini örnek almayan, otuz yaşındaki bir kadını, her gün seyreder yalnızca. Taşrada her şey yavaş gelişir, yol alır; doğallık vardır bu akışta.(s.38)


Kasım 03, 2014

John Steinbeck'in "Fareler ve İnsanlar"ı...

"Eskiden onunla beraberken çok eğlenirdim. Kendini idare etmekten yoksun olduğu için ona türlü şakalar yapardım. Ama o kadar ahmaktı ki, benim şaka yaptığımı bile anlamazdı. Ben pek gülerdim. Onun yanında kendimi çok akıllı hissederdim.Ona ne istesem yaptırabilirdim. Git kendini uçurumdan aşağı at desem, atardı. Bir süre sonra bu durum beni pek eğlendirmez oldu. Ne yaparsam yapayım bana kızmıyordu. Dayaktan canını çıkardığım oldu. İstese kemiklerimi un ufak edebilirdi ama bana asla el kaldırmadı." George'nin sesi itirafta bulunanlara özgür bir tona bürünmüştü.
"Bu duruma neden son verdiğimi anlatayım. Bir gün bir grup arkadaş Sacramento Nehri'nin kıyısında buluşmuştuk. Canım hava atmak istedi. Lennie'ye döndüm. 'Atla,' dedim. Lennie atladı. Tek kulaç bile atamadı. Sudan çekip çıkarmasaydık boğulacaktı. Onu kurtardığım için bir de bana nazikçe teşekkür etmesin mi? Ona atla dediğimi hemen unutuvermişti. O günden sonra bir daha asla böyle birşey yapmadım." (s.46)

Temmuz 22, 2014

William Faulkner'in "Döşeğimde Ölürken"i...


Kelimelerin bir şeye yaramadığını anladığım zamandı; kelimelerin söylemek istediklerine bile uymadıklarını...

Yaşantılarımız nasıl da esinti-siz'e, ses-siz'e dolanıp, karışıp gidiyor, yorgun hareketlerimiz yorgun yorgun eski özetleri yeniden anlatıyor; geçmiş zorunlulukların yankıları tel-siz'ler üstünde el-siz: günbatımında kızgın davranışlar takınıyoruz, yapma bebeklerin ölü hareketleri. Cash bacağını kırdı, şimdi de talaş akıp gidiyor. Ölüme değin kanıyor Cash kanıyor...

Temmuz 21, 2014

Dostoyevski'nin "Yer Altından Notları"...

Değerli okuyucularım. And içerim ki her şeyi tam anlamıyla anlamak bir hastalıktır. İnsanın günlük yaşamı için çok daha yalın bir anlama gücünün, şu kadersiz on dokuzuncu yüzyıl aydınının payına düşen anlayış gücünün yarısı, hatta dörtte biri bile yeterlidir. Hele bu insanlar yeryüzünün en duyarsız, en fırsatçı kentlerinden biri olan Petersburg’ta oturmak gibi bir felakete de uğramışlarsa daha azı bile yeter. (s.13)

Nisan 16, 2013

Albert Camus'un "Yabancı"sı...

Tutukluluğumun başlarında bana ağır gelen şey, özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin, içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliyordu. İlk dalgaların sesini tabanlarımın altında duymayı, bedenimin suya girişini ve bundaki ferahlığı hayal edince, hücre duvarlarının birbirine çok yakın olduğunu hissediyordum. Ancak bu birkaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum. Artık avluda yaptığım günlük gezintiyi ya da avukatımın gelmesini beklemeye başladım. Vaktimin geri kalan kısmını oldukça iyi idare ediyordum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum. (s.74)

Mart 04, 2013

Robert M. Pirsig'in "Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı"

“Tüm çözümler basittir – ama ancak siz onları bulduktan sonra…”

Mart 02, 2013

Murat Gülsoy'un "Nisyan"ı...

Tüm sesler çekildikten sonra başlıyor korku. Pencerenin önünde oturmuş zamanı ören biri var; başımı ondan yana çevirmeden de varlığını hissedebiliyorum. (s.13)

Hayat birilerinin eksikliği olarak çoğalıyor. (s.17)

Yaşadıkça uzaklaşıyorum kendimden. (s.28)

Elimi kaldırıyorum, gölge elini kaldırıyor. Ne yaptığını, neden yaptığını bilmiyor. (s.29)

Yazabilseydim eğer ağaçlar uyanırdı. (s.44)

Unutulan ne kadar güzelse o kadar acıtıyor boşluk.(s.46)

Bir örümcek vardı. Geceyi uykuyu zamanı örüyordu. (s.51)

Ellerim titreyerek yazıyorum. Kelimeler kağıt üzerinde ölüyor. (s.63)

Yüzüme hâkim değilim çoktandır. (s.103)

Fincan aralık kalmış, faldan kaçanlar hayatı dolduruyor. (s.105)

Ellerim yazıyor. Parmaklarım kendilerini harf sanıyor. (s.108)






Ocak 11, 2013

Edgar Allan Poe'nin "Morgue Sokağı Cinayeti"...

Gösterişi sevmeyen dama oyununun, ustaca bir araya getirilmiş saçmaca zorluklarla dolu satranç oyununa oranla, düşünce gücünün en yüksek katlarını katlandırmak bakımından daha kesin, daha yararlı olduğunu ileri süreceğim. (s:10)

Yeryüzündeki en iyi satranç oyuncusu, satrancı en iyi oynayan kimsedir, o kadar; briçte ustalık ise bir insanın kafasını kullanabildiğini, akılların çarpışacağı çok daha önemli işlerde de başarı sağlayabileceğini gösterir. (s:12)

Gerçek her zaman bir kuyunun dibinde değildir. (s:35)

Düşüncelerinin kökü yoktur, bir türlü ayaklarını yere basamaz. Aklı, tıpkı vücudu olmayan bir insana benzer, yalnız bir kafa, Tanrıça Laverna'nın resimleri gibi -ya da, daha iyisi, bir morina balığı gibi, yalnız kafa ile omuzlarından yapılma bir insan. (s:67)