Bir bakıma, iyilik dediğimiz şey kötülüğe yaklaşma konusunda şiddetle burun kıvırırken, kötülük daha cesur davranıp (belki de korkup) ona yaklaşmayı göze alabiliyor... (s.14)
Kendimi uğuldayan binlerce kelimeden artakalmış binlerce kelime tadındaki bir boşluk, bu boşluğa sığmayan bir sarhoşluk, bir tutku ve umut halinde palas pandıras dışarıya attım. (s.33)
Alaaddin'in ağzından dökülen kelimelerin anlamlarını takip edersem onu şehrin herhangi bir yerinde, elimle koymuş gibi kolayca bulabileceğimi düşünüyordum. (s.33)
"Yukarı çıkacak değilim. Ben yalnız birisini arıyorum."
Masalı bölünmüş mutsuz bir çocuk gibi, allak bullak bir yüzle bana, sağımızdaki salonlara, dönüp aynalara ve koridorlara uzun uzun baktıktan sonra; "Kimmiş o?" diye sordu.
"Alaaddin,"dedim.
Gözlerini yere indirip yavaşça gülümsedi.
"Yüzlerce Alaaddin var," dedi ardından da, "seninki ne iş yapar, neyin nesi kimin fesidir, boyu posu nasıldır, boynuzu kulağı var mıdır; onu söyle."
"Ne iş yaptığını bilmiyorum," dedim. "Yüzünü de hiç görmedim." (s.44)
Ona göre, ruhumda uğuldayıp duran boşluğu doldurabilmek, giderek dipsiz bir boğuntu kuyusuna dönüşen şu lanet olası hayatın ağırlığına katlanabilmek, ya da içimde açılan çeşitli yaraları onarabilmek için, belki de farkına bile varmadan ben yaratmışım bu serabı... Hatta, işi gücü bırakıp günden güne onu büyütmüş, parıltılarını bakışlarımla beslemiş, her yanını iyice allayıp pullamış, sonra hızımı alamayıp Alaaddin diye adlandırmış ve işte bütün bunların sonunda da, uğruna deli divane olunacak, göz kamaştırıcı bir hale getirmişim. Bu, insanoğlunun baştan beri kurtulamadığı ve sonsuza dek de asla kurtulamayacağı, tuhaf bir yazgıymış zaten; önce ne yapıp edip binbir güçlükle, kıvrana kıvrana yaratır, sonra yaratma sevinci gibi gözüken hazin bir teslimiyetle yarattığının kulu kölesi olur, ardından da ille onu ellerimin arasında tutacağım, ya da içinden bir daha, bir daha doğacağım diye, kendini hırpalaya hırpalaya helak olur gidermiş... (s.46)
Sonunda herkesin yüzünde Alaaddin'in yüzünden bir parça görmeye başladığımı söyleyebilirim. (s.52)
Bazen bir ayrıntıyı hiç görmemenin, ya da göz ucuyla hafif görmenin, ya da açık seçik görüldüğü halde görmezlikten gelmenin, bütünü kavramayı çok daha kolaylaştıracağını düşünüyordum çünkü. (s.76)
Kasım 06, 2011
Kasım 02, 2011
Gabriel Garcia Marquez'in "On İki Gezici Öykü"sü
"Kendimi rüya görmek için kiralıyorum."
Aslında tek işi buydu. Eski Caldas ilinde hali vakti yerinde bir bakkalın on bir çocuğunun üçüncüsüydü ve daha konuşmaya başladığı günlerden başlayarak, rüyalarını, habercilik erdemlerinin en saf haliyle ortaya çıktığı saat olan, kahvaltı öncesinde anlatmak gibi iyi bir alışkanlık edinmişti evin içinde. (s.73)
Onu saatler boyu karış karış seyrettim ve algılayabildiğim tek hayat belirtisi, suyun üzerindeki bulutlar gibi alnından geçmekte olan rüyaların gölgeleri oldu. (s.67)
Güzeldi, vücudu esnek, yumuşak teni ekmek renginde, yeşil gözleri badem gibiydi, sırtına kadar upuzun inen dümdüz siyah saçları, Endonezya'dan olabileceği gibi And dağlarından da olabilecek antik bir havası vardı. İnce bir zevkle giyinmişti: vaşak kürkünden bir ceket, çok hafif çiçek desenli saf ipekten bir bluz, ham ketenden bir pantolon ve begonvil renginde ince uzun ayakkabılar. "Ömrümde gördüğüm en güzel kadın," diye düşünmüştüm, Paris'in Charles de Gaulle Havaalanı'nda New York uçağına binmek üzere kuyrukta beklerken, bir dişi aslanın gizemli adımlarıyla giriş salonundaki kalabalığın arasından gözden kaybolmuştu. (s.63)
Aslında tek işi buydu. Eski Caldas ilinde hali vakti yerinde bir bakkalın on bir çocuğunun üçüncüsüydü ve daha konuşmaya başladığı günlerden başlayarak, rüyalarını, habercilik erdemlerinin en saf haliyle ortaya çıktığı saat olan, kahvaltı öncesinde anlatmak gibi iyi bir alışkanlık edinmişti evin içinde. (s.73)
Onu saatler boyu karış karış seyrettim ve algılayabildiğim tek hayat belirtisi, suyun üzerindeki bulutlar gibi alnından geçmekte olan rüyaların gölgeleri oldu. (s.67)
Güzeldi, vücudu esnek, yumuşak teni ekmek renginde, yeşil gözleri badem gibiydi, sırtına kadar upuzun inen dümdüz siyah saçları, Endonezya'dan olabileceği gibi And dağlarından da olabilecek antik bir havası vardı. İnce bir zevkle giyinmişti: vaşak kürkünden bir ceket, çok hafif çiçek desenli saf ipekten bir bluz, ham ketenden bir pantolon ve begonvil renginde ince uzun ayakkabılar. "Ömrümde gördüğüm en güzel kadın," diye düşünmüştüm, Paris'in Charles de Gaulle Havaalanı'nda New York uçağına binmek üzere kuyrukta beklerken, bir dişi aslanın gizemli adımlarıyla giriş salonundaki kalabalığın arasından gözden kaybolmuştu. (s.63)
Ekim 31, 2011
Kafka'nın "Sevgili Milena"sı
Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, böyle ise sevinmem gerekir. (s.9)
Stendhal'ın "Armance"si
Yüreği kederle ne denli çok burkulursa o kadar çok konuşuyor, hoşa gitmeye çalışıyordu. Çekindiği şey kendi benliğiyle yalnız kalmaktı. (s.113)
Bana Armance'den söz etmeyen her şey benim için yok sanki. (s.140)
Mutsuzluğu onu çok alçakgönüllü yapmıştı. Toplumda rastlanan küçük anlaşmazlıklardan birini hatırlayınca, göstermiş olduğu tersliğe şaşırıyordu. Rakibi haklı, kendisi haksızmış gibi geliyordu. (s.162)
Bana Armance'den söz etmeyen her şey benim için yok sanki. (s.140)
Mutsuzluğu onu çok alçakgönüllü yapmıştı. Toplumda rastlanan küçük anlaşmazlıklardan birini hatırlayınca, göstermiş olduğu tersliğe şaşırıyordu. Rakibi haklı, kendisi haksızmış gibi geliyordu. (s.162)
Kafka'nın "Dönüşüm"ü
Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı ve başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş, kahverendgi, sertleşen kısımların oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnının görüyordu; karnının tepesindeki yorgan neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunabileceği hiçbir nokta kalmamış gibiydi. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikteki çok sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içerisinde, parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı. (s:1)
Daha odasına henüz girmişti ki, kapı acele kapatıldı, sürgülendi ve kilitlendi. Arkasındaki ani gürültüden korkan Gregor'un minik bacakları ikiye katlanıverdi. Bu denli acele davranan, kız kardeşiydi. Önce ayağa kalkıp beklemişti, sonra da hiç ses çıkarmaksızın öne atılmıştı. Gregor onun geldiğini hiç duymamıştı ve "Nihayet!" diye seslendi kız kardeşi annesiyle babasına, anahtarı kilidin içinde çevirirken.
Gregor kendi kendine: "Peki şimdi ne olacak?" diye söylenerek karanlıkta çevresine bakındı. Kısa zamanda, artık hiç kımıldayamadığını anladı. Buna şaşırmadı, aslında o zaman değin bu incecik bacaklarla gerçekten hareket edebilmiş olmasını tuhaf buldu. Bunun dışında, kendini bir ölçüde rahat hissediyordu. Gerçi tüm gövdesi ağrılar içindeydi, ama Gregor'a bu ağrılar gittikçe hafifliyormuş ve sonunda tamamen geçecekmiş gibi geliyordu. Sırtındaki çürümüş elmayla, çevresindeki üstü tamamen yumuşak toz kaplı, iltihaplanmış bölgeyi artık neredeyse hiç hissetmiyordu. Düşünceleri yeniden ailesine yöneldiğinde duygulanıyor, içinde sevgi duyuyordu. Ortadan kaybolması gerektiğini belki kız kardeşinden bile daha ciddi düşünmekteydi. Saat kulesinde sabahın üçü vurulana değin bu bomboş ve huzur verici düşünceler içerisinde kaldı. Pencelerin dışındaki dünyanın aydınlanmaya başladığını da görebildi. Sonra başı, elinde olmaksızın tamamen önüne düştü ve zayıf soluğu, burun deliklerinden son kez çıktı. (s:76-77)
Daha odasına henüz girmişti ki, kapı acele kapatıldı, sürgülendi ve kilitlendi. Arkasındaki ani gürültüden korkan Gregor'un minik bacakları ikiye katlanıverdi. Bu denli acele davranan, kız kardeşiydi. Önce ayağa kalkıp beklemişti, sonra da hiç ses çıkarmaksızın öne atılmıştı. Gregor onun geldiğini hiç duymamıştı ve "Nihayet!" diye seslendi kız kardeşi annesiyle babasına, anahtarı kilidin içinde çevirirken.
Gregor kendi kendine: "Peki şimdi ne olacak?" diye söylenerek karanlıkta çevresine bakındı. Kısa zamanda, artık hiç kımıldayamadığını anladı. Buna şaşırmadı, aslında o zaman değin bu incecik bacaklarla gerçekten hareket edebilmiş olmasını tuhaf buldu. Bunun dışında, kendini bir ölçüde rahat hissediyordu. Gerçi tüm gövdesi ağrılar içindeydi, ama Gregor'a bu ağrılar gittikçe hafifliyormuş ve sonunda tamamen geçecekmiş gibi geliyordu. Sırtındaki çürümüş elmayla, çevresindeki üstü tamamen yumuşak toz kaplı, iltihaplanmış bölgeyi artık neredeyse hiç hissetmiyordu. Düşünceleri yeniden ailesine yöneldiğinde duygulanıyor, içinde sevgi duyuyordu. Ortadan kaybolması gerektiğini belki kız kardeşinden bile daha ciddi düşünmekteydi. Saat kulesinde sabahın üçü vurulana değin bu bomboş ve huzur verici düşünceler içerisinde kaldı. Pencelerin dışındaki dünyanın aydınlanmaya başladığını da görebildi. Sonra başı, elinde olmaksızın tamamen önüne düştü ve zayıf soluğu, burun deliklerinden son kez çıktı. (s:76-77)
Ekim 17, 2011
Oğuz Atay'ın "Korkuyu Beklerken"i
İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz. (s.42)
Her zaman vakti olanlara saygı duyulmaz. (s.43)
Üç çeşit hafıza vardır: Göz hafızası, kulak hafızası, el hafızası. Bunlardan en iyisi el hafızası, yani yazarak öğrenmektir. (s.82)
Her şey gibi aşk da soluklaşır. (s.92)
Acaba senin de bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icat edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle "varoluşçu bir bunalımı" yan yana düşünemiyorum doğrusu. Aslında bizler bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz. (s.181)
Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?
Her zaman vakti olanlara saygı duyulmaz. (s.43)
Üç çeşit hafıza vardır: Göz hafızası, kulak hafızası, el hafızası. Bunlardan en iyisi el hafızası, yani yazarak öğrenmektir. (s.82)
Her şey gibi aşk da soluklaşır. (s.92)
Acaba senin de bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icat edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle "varoluşçu bir bunalımı" yan yana düşünemiyorum doğrusu. Aslında bizler bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz. (s.181)
Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?
Ekim 08, 2011
ITALIO CALVINO [62] (15Ekim1923 – 1985) İtalyan yazar ve romancı.
1923'te Küba'da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Genç yaşta Küba’dan İtalya’ya göç etti.
II. Dünya Savaşı sonrası İtalyan kültürünün en önemli adlarından biri olmuştur.
Kurmaca yazarlığının yanı sıra, İtalya Komünist Parti üyeliği ve Einaudi Yayınevi’ndeki görevleriyle de tanınmıştır.
Postmodernizm akımına bağlı kalmıştır.
Yazarlığın yanı sıra gazetecilik ve editörlük yaptı.
1985 yılında beyin kanamasından öldü.
- Ağaca Tüneyen Baron (1957) [34 yaşındayken]
- Varolmayan Şovalye (1959)
- Kozmokomik Öyküler (1965)
- Görünmez Kentler (1972) [49 yaşındayken]
- Kesişen Yazgılar Şatosu (1973)
- Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (1979)
- Palomar (1983)
Ekim 05, 2011
Italio Calvino'nun "Görünmez Kentler"i
Bir kenti kent yapan şey, kapladığı alan ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir: bir sokak lambasının yerden yüksekliği ve orada idam edilen zorbanın sallanan ayakları ile yer arasındaki uzaklıktır; o lambadan karşı parmaklığa gerilen ip ve kraliçenin düğün alayının geçeceği güzergahı donatan süslemelerdir; parmaklığın yüksekliği ve şafakta onun üzerinden atlayıp kaçan gizli sevgilinin sıçrayışıdır; bir saçağın eğimi ve aynı pencereye süzülen bir kedinin o saçak üzerinde kayarcasına yürüyüşüdür; burnun arkasından birden çıkıveren harp gemisinin toplarıyla çizdiği siluet ve saçağı yok eden bombadır; balık ağlarındaki yırtıklar ve ağlarını yamamak üzere iskeleye oturmuş, kraliçenin gayri meşru oğlu olduğu ve kundağıyla, oraya, iskeleye bırakıldığı rivayet edilen zorbanın harp gemisinin hikayesini yüzüncü kez birbirlerine anlatan o üç yaşlı adamdır. (s.62)
Göz şeyleri görmez, başka şeylerin anlamını yüklenmiş şeylere ait şekiller görür. (s.64)
Bütün bunlar, aslında Marco Polo anlatabilsin ya da anlattığını hayal edebilsin ya da anlattığı hayal edilebilsin ya da nihayet kendi kendisine, aradığının hep önündeki bir şey olduğunu ve söz konusu geçmiş bile olsa, bunun, o yol aldıkça, adım adım değişen bir geçmiş olduğunu anlatmayı başarabilsin diyeydi. (s.76)
Marco Polo'nun gördüğü kentleri anlatışında öyle bir başkalık vardı ki bu kentlerde düşüncenizle gezebilir, içlerinde yitebilir, serinlemek için durabilir ya da hızla kaçabilirdiniz. (s.82)
Göz şeyleri görmez, başka şeylerin anlamını yüklenmiş şeylere ait şekiller görür. (s.64)
Bütün bunlar, aslında Marco Polo anlatabilsin ya da anlattığını hayal edebilsin ya da anlattığı hayal edilebilsin ya da nihayet kendi kendisine, aradığının hep önündeki bir şey olduğunu ve söz konusu geçmiş bile olsa, bunun, o yol aldıkça, adım adım değişen bir geçmiş olduğunu anlatmayı başarabilsin diyeydi. (s.76)
Marco Polo'nun gördüğü kentleri anlatışında öyle bir başkalık vardı ki bu kentlerde düşüncenizle gezebilir, içlerinde yitebilir, serinlemek için durabilir ya da hızla kaçabilirdiniz. (s.82)
Eylül 25, 2011
Knut Hamsun'un "Açlık"ı
Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiania'da açına sürttüğüm günlerdeydi... (s.1)
Attığım her adımda taban tahtaları esneyen bu boş oda, ıslak ve korkulu bir tabuttu sanki. (s.1)
Ardıma bakmaya cesaret edemiyor, onun tekrar pencereye gelip gelmediğini bilmiyor, bunu düşündükçe de sinirleniyor, tedirgin oluyordum. O, ihtimal şu anda pencerenin önünde, bir bir hareketlerimi izliyor, böyle arkadan gözetlendiğini bilmekse insanı çileden çıkarıyordu. (s.20)
Tamamıyla kendiliğinden tekrar kaleme kâğıda sarılmıştım; bir makine gibi, kâğıdın her tarafına herhangi bir yılı yazıyordum: 1848. Çağıltılı bir düşünce beni kavrayıverseydi de yazılması gerekeni yazdırsaydı bana! Eskiden olurdu bu; cidden böyle anlarım olmuştu; hiç zahmetsiz uzun yazılar yazar, parlak bir başarı elde ederdim. Kanepede oturuyor, düzinelerde 1848 yazıyordum. Yanlamasına, uzunlamasına, her biçimde, boyuna bu rakamı yazıyor, faydalanabileceğim bir ilham bekliyordum. (s.29)
Attığım her adımda taban tahtaları esneyen bu boş oda, ıslak ve korkulu bir tabuttu sanki. (s.1)
Ardıma bakmaya cesaret edemiyor, onun tekrar pencereye gelip gelmediğini bilmiyor, bunu düşündükçe de sinirleniyor, tedirgin oluyordum. O, ihtimal şu anda pencerenin önünde, bir bir hareketlerimi izliyor, böyle arkadan gözetlendiğini bilmekse insanı çileden çıkarıyordu. (s.20)
Tamamıyla kendiliğinden tekrar kaleme kâğıda sarılmıştım; bir makine gibi, kâğıdın her tarafına herhangi bir yılı yazıyordum: 1848. Çağıltılı bir düşünce beni kavrayıverseydi de yazılması gerekeni yazdırsaydı bana! Eskiden olurdu bu; cidden böyle anlarım olmuştu; hiç zahmetsiz uzun yazılar yazar, parlak bir başarı elde ederdim. Kanepede oturuyor, düzinelerde 1848 yazıyordum. Yanlamasına, uzunlamasına, her biçimde, boyuna bu rakamı yazıyor, faydalanabileceğim bir ilham bekliyordum. (s.29)
Eylül 21, 2011
Halide Edip Adıvar'ın "Kalp Ağrısı"
O gün çok kuvvetle hissettim ki erkekler, kayıtsız oldukları zaman, umumiyetle tabiî bir surette hiçbir kuvvet sarf etmeden kayıtsızdırlar. Halbuki kadınlar, benim gibi yirmi beşine gelmiş, daha çok kafasıyla yaşamış müstakil ruhlu bir kız bile, gerçekten kayıtsız olmak için hayli derûnî bir emek sarf etmek mecburiyetindedir. (s.25)
Hayatın nâzımı, fiillerin hâkimi, kim ne derse desin, yüzde doksan histi. (s.53)
Kalbin tırnağı olsa acıdan kendi kendine sökülecek kadar ıstırap veren bu derdin ne manâsı ve ne hazzı vardır! (s.56)
İçimde bir şeyin yırtamayacağı ağır, kesif, elle tutulacak kadar katı bir sıkıntı vardı. Gözlerim kupkuru, dudaklarım gergindi. (s.59)
Ayastefanos'un ne garip ve çıplak bir ışığı var! İstanbul'dan sonra buraya gelince insana üstünden tentesi kalkmış bir çardakta oturuyorum hissi geliyor. (s.61)
Tıpkı akşamki gibi iki kudretli tel çeşitli istikametlere kalbimi çekiyor, ikiye bölüyordu. Artık açıkça biliyorum ki, hayatta Saffet veyahut Hasan Bey'i seçmekle mesut olmak imkânı yoktu, daima mevcut olmayan taraf için hasret çekecektim. (s.94)
Aşktan ölenler ne cennete ne cehenneme gidebilirler. Onlar için ebediyet olmaz, onlar cennet ve cehennemi yaşamışlar ve ruhları heyecanlarına, coşkunluklarına sarf edilmiş, bitmiş, yok olmuştur. -Sully Praudhomme- (s.145)
Avrupa'nın güya asrî kadını! Birinci mevki yerlerden, eğlencelerden oldukça kaçar, daima ikinci mevkilerde oturur, tiyatrolarda locaya gitmez, yüzünü boyamaz, babasının dünya kadar servetine rağmen, kendi hayatını kendi kazanır bir mahlûk. Güya asrî kadınlar hep böyle imişler. Halbuki bizde asrî kadın böyle değil, en çok süslenen, daima eğlence yerinden çıkmayan, çay ziyafetleri, kabul günleri, dans akşamları için, bir de buralarda arkadaşlarından iyi giyinmek emeliyle yaşayan kadına bu ismi verirler, değil mi? (s.158)
Bilmem hangi mütefekkir dört parça elmayı birbiri ardına yiyen bir insanın birincisi kadar ikincisinden lezzet alamayacağını, üçüncü ve dördüncüsünü sıra ile, daima [daha] az tatlı olduğunu iddia etmiş, bunu da aşkın nasıl geçici bir şey olduğunu, itiyadın ihtirası nasıl azalttığını ispat için bana söyledi. Halbuki öyle itiyatlar, aşklar oluyor ki, bir defa temas ettiniz mi bütün ömrünüzde o temasın, o itiyadın esirisiniz. (s.167)
İnsanların kalbinde ev sahibi olmak mümkün değildir. (s.179)
Masanın başına oturunca beni yazı yazacak kadar hayatla alâkadar edebilecek bir şeyin varlığına şaşıyorum. (s.207)
Hayatın nâzımı, fiillerin hâkimi, kim ne derse desin, yüzde doksan histi. (s.53)
Kalbin tırnağı olsa acıdan kendi kendine sökülecek kadar ıstırap veren bu derdin ne manâsı ve ne hazzı vardır! (s.56)
İçimde bir şeyin yırtamayacağı ağır, kesif, elle tutulacak kadar katı bir sıkıntı vardı. Gözlerim kupkuru, dudaklarım gergindi. (s.59)
Ayastefanos'un ne garip ve çıplak bir ışığı var! İstanbul'dan sonra buraya gelince insana üstünden tentesi kalkmış bir çardakta oturuyorum hissi geliyor. (s.61)
Tıpkı akşamki gibi iki kudretli tel çeşitli istikametlere kalbimi çekiyor, ikiye bölüyordu. Artık açıkça biliyorum ki, hayatta Saffet veyahut Hasan Bey'i seçmekle mesut olmak imkânı yoktu, daima mevcut olmayan taraf için hasret çekecektim. (s.94)
Aşktan ölenler ne cennete ne cehenneme gidebilirler. Onlar için ebediyet olmaz, onlar cennet ve cehennemi yaşamışlar ve ruhları heyecanlarına, coşkunluklarına sarf edilmiş, bitmiş, yok olmuştur. -Sully Praudhomme- (s.145)
Avrupa'nın güya asrî kadını! Birinci mevki yerlerden, eğlencelerden oldukça kaçar, daima ikinci mevkilerde oturur, tiyatrolarda locaya gitmez, yüzünü boyamaz, babasının dünya kadar servetine rağmen, kendi hayatını kendi kazanır bir mahlûk. Güya asrî kadınlar hep böyle imişler. Halbuki bizde asrî kadın böyle değil, en çok süslenen, daima eğlence yerinden çıkmayan, çay ziyafetleri, kabul günleri, dans akşamları için, bir de buralarda arkadaşlarından iyi giyinmek emeliyle yaşayan kadına bu ismi verirler, değil mi? (s.158)
Bilmem hangi mütefekkir dört parça elmayı birbiri ardına yiyen bir insanın birincisi kadar ikincisinden lezzet alamayacağını, üçüncü ve dördüncüsünü sıra ile, daima [daha] az tatlı olduğunu iddia etmiş, bunu da aşkın nasıl geçici bir şey olduğunu, itiyadın ihtirası nasıl azalttığını ispat için bana söyledi. Halbuki öyle itiyatlar, aşklar oluyor ki, bir defa temas ettiniz mi bütün ömrünüzde o temasın, o itiyadın esirisiniz. (s.167)
İnsanların kalbinde ev sahibi olmak mümkün değildir. (s.179)
Masanın başına oturunca beni yazı yazacak kadar hayatla alâkadar edebilecek bir şeyin varlığına şaşıyorum. (s.207)
Eylül 17, 2011
Knut Hamsun'un "Rosa"sı
Hayata bir kadınmış gibi davranmak lazım. Hayata karşı kibar olmak, onun kendiliğinden gelmesini beklemek gerekmez mi? Alçakgönüllü olmalı, hiçbir hazineye dokunmamalıyız! (s:15)
Derin ve çil çil uzanıyor koy; üstünde en ufak bir kıpırtı yok. Fakat çektiriden, fazla tuzlanmış iki balık atıldı mı, mavnalar biraz daha denize giriyor, bu yüzden suda zarif halkalar genişliyordu. Bu ince çizgilerin resmini yapabilseydim; sonra uçan denizkuşlarının suya düşürdükleri gölgelerin resimlerini yapabilseydim! Bir soluk bırakışın yarattığı gölgeler gibiydi bunlar; kadifeye hohlamak gibi. Koyun ta içerlerinde bir karabatak yükseliyor, suya değercesine bütün adaları geçip açık denize çıkıyor. Sanki titrek bir R bırakıyor geride. Uzun, katı boynu çelikten adeta, mermiye benziyor. Kuşun kaybolduğu yerde, işte bir yunus balığı yuvarlanıyor suyun üstünde; kalın kadifede takla atar gibi. Güzel bütün bunlar. (s:18)
Minik göl öyle sığ ki, ona karşı dost ve alçakgönüllü olabilmek için, yere çöküyor, oturuyorum. (s:56)
Su birikintisinin üzerinde ince bir zar gibi; sivrisinekler suya değiyor, fakat ıslanmıyorlar. (s:56)
Gözlerini açarak bana baktıkça, bakışları büyük ve ağır; kocaman bir dalga gibi duymaktayım bu bakışları. (s:67)
Durumumdan, işimden ötürü beni küçümsüyor, ne diye buralara geldiğimi soruyordu. "Kaderimle karşılaşmak için!" cevabını vermiştim. (s:118)
Derin ve çil çil uzanıyor koy; üstünde en ufak bir kıpırtı yok. Fakat çektiriden, fazla tuzlanmış iki balık atıldı mı, mavnalar biraz daha denize giriyor, bu yüzden suda zarif halkalar genişliyordu. Bu ince çizgilerin resmini yapabilseydim; sonra uçan denizkuşlarının suya düşürdükleri gölgelerin resimlerini yapabilseydim! Bir soluk bırakışın yarattığı gölgeler gibiydi bunlar; kadifeye hohlamak gibi. Koyun ta içerlerinde bir karabatak yükseliyor, suya değercesine bütün adaları geçip açık denize çıkıyor. Sanki titrek bir R bırakıyor geride. Uzun, katı boynu çelikten adeta, mermiye benziyor. Kuşun kaybolduğu yerde, işte bir yunus balığı yuvarlanıyor suyun üstünde; kalın kadifede takla atar gibi. Güzel bütün bunlar. (s:18)
Minik göl öyle sığ ki, ona karşı dost ve alçakgönüllü olabilmek için, yere çöküyor, oturuyorum. (s:56)
Su birikintisinin üzerinde ince bir zar gibi; sivrisinekler suya değiyor, fakat ıslanmıyorlar. (s:56)
Gözlerini açarak bana baktıkça, bakışları büyük ve ağır; kocaman bir dalga gibi duymaktayım bu bakışları. (s:67)
Durumumdan, işimden ötürü beni küçümsüyor, ne diye buralara geldiğimi soruyordu. "Kaderimle karşılaşmak için!" cevabını vermiştim. (s:118)
Eylül 11, 2011
Antoine de Saint Exupery'nin "Küçük Prens"i
Tilki uzun bir süre Küçük Prens'e baktı. Sonra da "Lütfen... Evcilleştir beni!" dedi.
"Çok isterim," dedi Küçük Prens, "ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var."
"İnsan ancak evcilleştirirse anlar," dedi tilki. "İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkanlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkan olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir."
"Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?" diye soru Küçük Prens.
"Çok sabırlı olmalısın," dedi tilki. "Önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlaşılmaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın..."
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
"Aynı saatte gelmen daha iyi olur," dedi tilki. "Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı..." (s.69)
"..güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum ...odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur.
Çünkü benim gülümdür o..
"-Sizin orada insanlar, dedi Küçük Prens ,
bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar; ama yine de aradıklarını bulamıyorlar.-Doğru, bulamıyorlar, dedim.
-Aslında aradıkları tek bir gül de ya da bir damla suda bulunabilir.
-Evet, haklısın,dedim.
-Ama kördür gözler.
İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir..."
Eğer size B 612 ile ilgili ayrıntıları anlatıp numarasını da bildirmişsem, bunu büyük insanların yüzünden yaptım. Bu insanlar rakamlardan hoşlanırlar. Onlara yeni bir dosttan söz ederseniz, asıl önemli olan şeyleri sormazlar size; hiçbir zaman "Sesinin tonu nasıl? En çok sevdiği oyunlar hangileri? Kelebek koleksiyonu yapar mı?" diye sordukları olmaz, "Kaç yaşında? Kaç erkek kardeşi var? Kilosu ne kadar? Babası ne kadar kazanıyor?" diye sorar ve yalnızca o zaman onu tanıdıklarına inanırlar.
"Çok isterim," dedi Küçük Prens, "ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var."
"İnsan ancak evcilleştirirse anlar," dedi tilki. "İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkanlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkan olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir."
"Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?" diye soru Küçük Prens.
"Çok sabırlı olmalısın," dedi tilki. "Önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlaşılmaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın..."
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
"Aynı saatte gelmen daha iyi olur," dedi tilki. "Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı..." (s.69)
"..güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum ...odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur.
Çünkü benim gülümdür o..
"-Sizin orada insanlar, dedi Küçük Prens ,
bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar; ama yine de aradıklarını bulamıyorlar.-Doğru, bulamıyorlar, dedim.
-Aslında aradıkları tek bir gül de ya da bir damla suda bulunabilir.
-Evet, haklısın,dedim.
-Ama kördür gözler.
İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir..."
Eğer size B 612 ile ilgili ayrıntıları anlatıp numarasını da bildirmişsem, bunu büyük insanların yüzünden yaptım. Bu insanlar rakamlardan hoşlanırlar. Onlara yeni bir dosttan söz ederseniz, asıl önemli olan şeyleri sormazlar size; hiçbir zaman "Sesinin tonu nasıl? En çok sevdiği oyunlar hangileri? Kelebek koleksiyonu yapar mı?" diye sordukları olmaz, "Kaç yaşında? Kaç erkek kardeşi var? Kilosu ne kadar? Babası ne kadar kazanıyor?" diye sorar ve yalnızca o zaman onu tanıdıklarına inanırlar.
Marguerita Yourcenar'ın "Doğu Öyküleri"
Dünya, çılgın bir ressamın boşluğa fırlattığı birtakım karmaşık lekeler yığınından, durmadan bizim gözyaşlarımızla silinen lekeler yığınından başka bir şey değil... (s.17) (Wang-Fo Nasıl Kurtarıldı'dan)
Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna"sı
Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi bir ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz. (s.15)
Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir. (s.73)
Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. (s.89)
Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir. (s.73)
Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. (s.89)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)